Coralie Fargeat'ın yazıp yönettiği ve izleyiciyi rahatsız etmeye yemin etmiş "The Substance" ile karşınızdayım! Filmi izlemeyenler varsa spoiler uyarımı da şimdiden veriyorum ona göre...
Kan ve vahşetin baskın olduğu filmler beni oldukça rahatsız eder. Bu filmde de bir noktada baygınlık geçireceğim sandım ama sonra çok ilginç bir şey oldu; alıştım! Bu durumun filmle nasıl bir alakası olduğuna sonra geleceğim elbette. Ama önce gelin biraz Coralie Fargeat'ı ve filmimizi tanıyalım.
Coralie Fargeat'ın kendi bedenini beğenmediği bir dönemde kaleme aldığı bu senaryoda yalnızca beden algısını değil, toplumsal ve kültürel pek çok eleştiri izliyoruz. Öyle ki, film mesajları bize vermek için olabildiğince karikatürize bir yol seçmiş. Filmde kullanılan mekanların yapısı üç boyutlu olmaktan uzak, çeşitliliği az, renkleri çiğ ve hissiyatı yapay. Gerçek olan tek şey hikayenin kendisi.
Yakın bir zamanda yaptırdığı estetiklerle ve yaşıyla gündeme gelen Demi Moore'un bu filmde başrol olarak yer alması beni başlı başına etkileyen şeylerden biriydi. Gerçekten kastım tam olarak buydu yani. Yaşlandığı, yaşlanmaya karşı estetik yaptırdığı ve estetiklerinin "yerli yerinde" durmadığı üzerine satırlarca yazılar yazıldı bir dönem hakkında. Üstelik gençliğinde çokça beğenilen bir insandı. Tıpkı filmimizdeki Elisabeth Sparkle (Demi Moore) gibi.
Beden Algısı: Yokuşa Doğru Sürüklenen Bir Karakter
Elisabeth, 50. yaş gününde yaptığı televizyon programı sonrası tuvalette yapımcısı Harvey'in sözlerini duyuyor. Harvey Elisabeth'in eski ışığının olmadığını ve onun yerine genç biri olması gerektiğini düşünüyor. Eve dönerken yol boyu zihnine dolan bu cümleler aklını dağıtmış olacak ki, bir araba kazası geçiriyor. Hastanede yıkılmış bir ruh haliyle muayene olurken, bir doktor ona bir numara veriyor.
Burada şunu hatırlayalım; Elisabeth, Bulimia Nervoza (tekrarlayan aşırı yeme atakları ve ardından kilo alma korkusuyla yediklerini kusma, aşırı egzersiz yapma veya laksatif gibi ilaçlar kullanma yoluyla telafi edilmeye çalışılan bir yeme bozukluğu türü) denen bir yeme bozukluğuna sahip ve kim bilir bu ne zamandır devam eden bir süerç... Bu da demek oluyor ki bedeniyle olan ilişkisi zaten zedelenmiş. Belli ki yıllardır da "ötekilerin" gözünde nasıl göründüğü üzerinden kendi değerini biçmiş ve algılamış. Özetle Elizabeth'imiz zaten yokuşa sürmeye hazır bir yerde duruyor.
Herkesin içinde Kendini Yitirmek
Bu durum için Coralie Fargeat: "Kültürümüz ya da temsilimiz hala çoğunlukta, dünya var olduğundan beri hala aynı ve bu gerçekten de geliştirdiğimiz bu süper güçlü içsel şiddete yol açıyor çünkü maruz kaldığımız şeylerin ürünü olduğumuzu düşünüyorum." diyor bir röportajında. Dayatılan bir algının içinde kalabilmek için içimizde kendimize karşı başlayan bir şiddetten, bir savaştan bahsediyor.
Yaş alan, yaşlanan, kırışan ve sarkan kadın bedeninin karşısında bedeni ancak "yerli yerinde", pürüzsüz ve sıkı bir halde kabul eden birtakım erkekler ile karşılaşıyoruz filme. Sahneler öyle bir çekilmiş ki, yapımcı Harvey için "kadın bedeni üzerindeki metalaştırma bir erkek olsa işte bu olurdu" diyebiliyorsunuz. Öylesine mide bulandırıcı ve öylesine sığ.
Bu dayatım karşısında hele de bedenle yapılan bir işten söz ediyorsak bu algı içinde kaybolmak ve kaybolmamak arasında ne kadar ince bir çizgi olduğunu görebiliyoruz. Heidegger'in Varlık ve Zaman kitabında kullandığı "herkes", "sıradanlık" gibi anlamlara gelen "Das Man" ile bu hali açıklayabiliriz.
Birey yüzünü herkese (Das Man) döndüğünde ve yüzü buraya dönük kaldığında kendisini sahiplenemez. Yaptığı seçimler, davranış biçimi, zevkleri, algısı; benliği bu herkes içinde eriyik bir hale gelir. Filmde de yaş alan bir kadın olmak Elizabeth için "toplumca" işinin bitmesi anlamına geliyordu. Artık televizyon için uygun olmayan, güzel olmayan, yerli yerinde olmayan...
Kendine, bedenine, hislerine sahip çıkamadığı için de nasıl hemen aksiyon aldığını ve "topluma" uygun bir hale bürünebilmek için neleri göze aldığını görebiliyoruz. Ne üzücü ve ne acı bir şey aslında bu...
Bedenin Metalaştırılması
Elisabeth kaybettiği ününü ve güzelliğini geri kazanma umduyla kendisine verilen numarayı arayarak gizemli bir depoya ulaşıyor. O artık Elisabeth değil, 530 numara. Kendisine verilmiş dolaptan ona tahsis edilen kutusunu alıyor ve tüm yönergeleri uygulayarak kendisine birtakım enjeksiyonlar yapıyor. Ve abrakadabra! Bir ben var benden içeri misali bedeni yarılıp içinden genç bir kadın çıkıyor.
Tanıştıralım, "Sue"! Elizabeth'in yerini alacak kişi olan Sue, elbette tahmin edeceğiniz üzere televizyon programı seçmelerinde "yerli yerinde" bulunuyor ve Elisabheth'in son verilen işini havada kapıyor. O artık bir yıldız. Sevilen, aranan ve istenen biri. Tıpkı Elisabeth'in arzu ettiği gibi. Yani aslında Elizabeth'in yerini yine Elizabeth almış oluyor... mu acaba?
Kaos Düzene Üstün Gelir
Bu anlaşmada kritik bir nokta var. Telefondaki kişi ona "Unutma ikiniz birsiniz. Bu dengenin korunması gerek." şeklinde bir uyarı yapmıştı. İkisi de aynı kişinin farklı tezahürleriydi. Yönergede verilen sürelerde yer değiştirmeli ve bu düzeni bozmamalılardı.
VE ELBETTE DÜZEN BOZULUYOR (şaşırmadık seslerinizi duyuyorum).
Sue, sahip olduğu ün ve gücü her hafta tekrar Elisabeth'in bedeninin canlanmasıyla sekteye uğramasına sinirlenmeye başlıyor. Her şeyi ona verilen 1 hafta içinde yapmak zorunda kalıyor ve bir biçimde özgürlüğünün kısıtlandığını hissediyordu. Oysa ikisinin özgürlükleri birbirlerine bağlıydı.
Bir kerecik denerek alınan her ekstra doz, Elizabeth'in bedeninin büyük bir hızla yaşlanmasına neden oluyordu. Her seçimin bir bedeli var anlayacağınız. Elizabeth bu duruma çok sinirlense de Sue'nun sahip olduğu ün ve ve ilginin devam etmesini istiyordu. Çünkü bugünkü hali öylesine kabul edilemezdi ki, kendisiyle yaşamaktansa bedel ödemeye razıydı. Ölmeye bile.
Bir Ben Var Benden İçeri; Öldüresi Var Beni!
"Denge" kelimesi çok sık yankılanmaya başlıyor artık zihnimizde. Çünkü terazi müthiş bir hızla şaşmış, Elizabeth'in bedeni hızla yaşlanırken Sue ise şöhretinin ve güzelliğinin tadını çıkarmaktaydı. Sue aldıkça Elizabeth vermek zorunda(?) kalıyordu. Ve bu ancak bir yere kadar; her ikisinin de infılakı ile son bulacaktı. Çünkü ikisi birdi.
Burada zorundalık haline bir soru işareti koymak istedim. Çünkü filmde sanki iki kadının kavgasını izliyoruz gibi görünse de, tek bir özgür iradenin aldığı kararı izliyoruz. Kazanılan zaferler de, kaybedilen uzuvlar da ona ait. Savaşan iki ayrı kişi değil Elizabeth'in içindeki iki yan. Hunharca yemek yemek isteyen, dağıtmak isteyen; mükemmel bir fizikle şan şöhret kazanmak isteyen iki farklı yan.
"...kendimizle konuşan birçok farklı sese sahip olduğumuzu gösterme fikri gerçekten vardı. Bir gün kanepeye uzanacak ve televizyonun karşısında hiçbir kontrolünüz olmadan yemek yiyeceksiniz. Ve ertesi gün diğer ses bunu yaptığınız için kendinizden nefret edecek ve Elisabeth ile Sue'ya olan da tam olarak bu. Sue, Elisabeth'in kendini kontrol edemediği gerçeğinden nefret eden sestir ve bence içimizdeki bu sesler çok güçlüdür, çok kuvvetlidir ve gerçekten de iki kutupludurlar. Öyle ki, içinizde neredeyse iki farklı insanın yaşadığını hissedebiliyorsunuz ve kendinize karşı hissettiklerinizi tamamen değiştirebiliyorlar."
-Colin Fargeat-
Varoluşçu Perspektif: Dört Dünya
Burada ufak bir ara verip varoluşçu perspektifteki dört dünya kuramından bahsetmek ve filmi bir parça buradan ele almak istiyorum.
Dört dünya kuramına göre kişi dünyaya fırlatıldığı anda fiziksel bir dünyanın içine düşer. Ardından bakım verenleri ile başta olmak üzere ötekilerle ilişkiler kurar. Buradan sonra ise kendilik dünyasını inşa eder. Kendilik dünyasını inşa ederken yaşama dair değerlerini oluşturur. Yani fiziksel, ilişkisel, kendilik ve tinsel dünyalar yaşamla kurduğumuz ilişkiyi bize gösterir. Bu dünyalar arasındaki dengesizlikler, bazı dünyaların şişip diğerlerinin üzerinde baskı oluşturması gibi durumlar yaşanabilir. Açıklamamızı yaptıysak şimdi dönelim filmimize.
Elizabeth Sparkle'a baktığımızda fiziksel dünyasının kocaman bir hal aldığını görüyoruz. Bu büyüme ötekilerle kurduğu derinliksiz ilişkilerle de sürekli bir biçimde beslenmekte. Ötekilerle olan ilişkisini bedeniyle bağdaştırmış ve bu zaman içinde içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
Ortada kendi istekleri, arzuları ve duyguları yoktu. Nasıl göründüğü ve bu görünüşüyle kabul görüp görmediğiydi mesele. Ona olduğu haliyle hayranlık duyan birini bir türlü kabul edememesinden görmemiz mümkün bu yanını. Öylesine kabul edemiyor ki kendini, bu şekilde değer görebileceği de zihnine bir türlü oturamıyor. Kocaman bir evde, kocaman mayolu bir resmiyle bakışarak geçiriyor günlerini.
Sen Yoksan Ben De Yokum
Filmin son çeyreği gerçek bir kaos ve kelimenin tam anlamıyla kan banyosu (Shining filmine göz kırpan sahnelere selam olsun).
İşler iyice çığrından çıktığında Elizabeth tanınmaz hale gelecek kadar yaşlanmış, bedeni deforme olmuş; Sue ise ününü katlamaya çalışır bir halde. Elizabeth artık bu deneyi bitirmeye karar verdiğinde bunu uygulamak üzereyken vazgeçtiğinde ise "haaah işte şimdi başlıyoruz" diyorsunuz. Dediniz biliyorum :)
İlk defa iki yanın (onlara yan diyorum artık) karşı karşıya geldiği bu sahnede kıyasıya bir kavga kopuyor ve kavga Sue'nun Elizabeth'i deyim yerindeyse vahşice öldürmesiyle son buluyor. Bu da doğal olarak kendi ölümünün başlangıcı oluyor...
Biri Olmaktan Yığın Olmaya
Bir telaşla yok olmamak için ikinci bir kez uygulamaması talimatı verilen şırıngadan bir doz daha alıyor ve işte size Sue, Elizabeth ve kendisini net tanımlayamadığımız biri ya da birilerinin bedenlerinin karışımı olan mutant bebek!
Bu sahneyle karşılaştığımda gözlerime inananamamıştım. Nasıl bir kaybolmuşluğun ürünüydü bu? "Ürün" diyorum çünkü Sue da bir üründü. Göze normlar dahilinde güzel gelen bir metaydı. Şimdiyse karşımızda konuşamayan, tam göremeyen, yürümekte zorlanan bir beden vardı; bir bedenler yığını. Ve o haldeyken bile saçına maşa yapmaya, küpe takmaya çalışan herkesçe yutulmuş bir benlik...
Bu bedenin sırtında ise Elisabeth'in şaşkın, çaresiz ve konuşamayan yüzünü görüyorduk.
Tüm bedenler içinde sıkışıp kalan. Artık kendini var etmek istese de edemeyecek olan Elizabeth...
Yaşlanıyor olmasına sinirlenip kırdığı fotoğrafının kafasını kesip yüzüne maske yapan Elizabeth...
Sahneye çıktığında artık kim olduğunun bilinmediği, hiç kimse olan Elizabeth...
Tüm bu öfkesiyle herkesi kanıyla yıkayan Elizabeth...
Ve bedeni parçalara ayrıldığında yalnızca yüzü ve biraz et yığınıyla isminin üzerine kadar sürünüp belki film boyunca ilk defa gök yüzüne ve yaşama bakıp hayata veda eden Elizabeth...
Peki Siz?
Peki ya siz?
Metalaştıranlardan mısınız, metalaştırılanlardan mı?
Yoksa her ikisinden de uzak kalmayı başarabildiniz mi? :)
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!
Yorumlar
Yorum Gönder